The Last Caretaker oyununun açılışında kendimi sonsuz bir ufka bakan paslı bir hangarda, gözlerimi yavaş yavaş açan bir makinenin içinde buldum; görevim net ama yolu bulanık bir sis gibi üzerime çöküyor: Denizin yuttuğu dünyada insanlığın son umudunu toparlamak, gemimi ayağa kaldırmak, sistemi yeniden işler kılmak ve her adımda kendi kırılgan gücümü test etmek. İlk dakikalarda anlatımın ağırdan alışı ve mekânın ölçeği bana bir yön bulma hissi veriyor, öğretici akış gerektiği kadar konuşuyor ve geri kalanını keşfe bırakıyor; böylece oyunun mesajı daha baştan hissediliyor, The Last Caretaker bir anlatı kadar ritim ve ritüel oyunu.

Dışarı açıldığım anda The Last Caretaker iki ayrı yüzünü gösteriyor; dalgaların bordaya usulca vurduğu temkinli yolculuk anlarında sakin bir tek kişilik günlük tutar gibi ilerliyorum, gece bastığında ya da bir şeyleri yanlış kurcaladığımda ise gerilim tekinsiz bir uğultu gibi yükseliyor. Bu salınım plansız değil, gündüz ve gece davranışlarıyla, ışığın verdiği güvenle, görüş alanına düşen tehdidin sertliğiyle sürekli yer değiştiriyor; bazen rotayı bir sonraki kuleye çevirirken huzur duyuyorum, bazen de rıhtıma yanaşmadan hemen önce geminin gövdesinde yankılanan bir tıkırtı her planımı bozuyor The Last Caretaker içerisinde.

Oynanışın çekirdeği toplama, dönüştürme ve yerleştirme üçgenini iyi kuruyor; açık denizin kıt kaynakları nedeniyle her hurdada, her kabloda bir seçenek var ve her seçenek başka bir şeyin bedeli. Işıkla uzak tuttuğum küçük asalak sürüleri geceleri güvertede etrafıma üşüşüyor, silah taşımayı seçtiğimde muhafaza ettiğim mermiler bir sonraki onarım için vazgeçtiğim parçaya dönüşüyor, kısıtlı gücü dağıtmak için kurduğum şebeke bir sonraki fırtınada beklemediğim bir zayıf halkayı ele veriyor; The Last Caretaker oyununun sunmaya çalıştığı cazibesi de tam burada, her çözümün başka bir soruya kapı aralamasında.

Güç yönetimi özellikle hoşuma gitti; burada yalnızca bir sayaç doldurmaktan ibaret olmayan, mekânsal ve zamansal kararlar var; güneşi takip eden panelleri nereye konuşlandırdığım, gölge çizgilerinin gün içindeki hareketine nasıl tepki verdiğim, kötü havada üretimin düşmesini nasıl tamponladığım, bütün sistemi küçük ama anlamlı iyileştirmelerle ayakta tutmaya çalışırken beni her an dikkatli olmaya zorluyor. Yolculuk ilerledikçe elime geçen akaryakıt tipleri ya da su kaynaklarını farklı biçimlerde devreye almak, güç hatlarını geminin yaşamsal modüllerine bağlamak ve gereksiz kayıpları önlemek küçük bir mühendislik oyunu gibi akıyor.

İlerlemenin kilidi, keşifle harmanlanan bir seviye sistemi; yeni üretim tarifeleri ve inşa seçenekleri adım adım açılırken oyunun sizi dövüşten ziyade söküp takmaya ve geri dönüşüme ikna etmesi temposunu belirliyor. Savaştığınızda da, kıyıdan söktüğünüz bir boruyu parçalayarak ya da düşen bir tehdidi kablo ve plakaya dönüştürerek de tecrübe kazanmanız, her etkileşimi ilerlemeye bağlayan bir çerçeve kuruyor. Bu yapı, erken safhalarda dahil olduğum her uğraşın boşa akmamasını sağlıyor ve küçük kazanımların toplamı, günün sonunda gerçekten yerimi sağlamlaştırdığım duygusunu veriyor The Last Caretaker oyununda.

Harita okyanusun üstünde ve altında dikey bir satıh gibi ilerliyor; gemi ağır, dönüş yarıçapı geniş ve bu tasarım tercihi keyfi bir yavaşlık değil, planlı bir seyir kültürü oluşturuyor. Sonraki hedefe varmak için rüzgârla, akıntıyla ve görüşle didişirken, o ağır gövdenin size dayattığı sabır oyunun görsel dilini daha çok fark ettiriyor; devasa iskeletler, paslı direkler, uzakta bir mülteci anıtı gibi yükselen mega yapılar, dünyanın gerçekten bittiğini ama hikâyenin bitmediğini hatırlatıyor. Bu ağırbaşlı ton, her sığınakta küçük bir ev kurdukça ve güverteyi daha düzenli hale getirdikçe daha da anlam kazanıyor.

Risk yönetimi tarafında oyunun en tartışmalı ama karakter kazandıran kararı manuel kayıt sistemi; otomatik kayıt yok, dolayısıyla kaydetmeyi ihmal ettiğiniz bir saatin ardından tek bir hatanın bedeli yüksek olabiliyor. Benim kırılma anım, gökyüzünde masum görünümlü bir “melek” dronunu istemeden öfkelendirip tek darbede buhar olduğum an yaşandı, ekrana bakan herkesin “keşke şimdi değil” diyeceği o gerilim, aslında oyunun kendi kimliğini inşa ettiği yer; savurgan değil, ciddiyet talep eden bir dünyanın kaidelerini kabul etmeniz bekleniyor. The Last Caretaker içerisindeki çatışmalar bu yüzden en güzel hâlini savunma ve caydırmada buluyor.

Yani; ışık alanları açarak güverteyi emniyete almak, enerji kullanımıyla mermi kullanımını birbirine denk düşürmek, karanlık suyun altından gelen sesi duyar duymaz rotayı daha açık bir koridora çevirmek, The Last Caretaker oyununu aksiyon temposundan çok tehdit yönetimiyle parlatıyor. Bu yaklaşım, tek kişilik bir görev bilincini de besliyor; boşa harcanan bir kurşun, yanlış yere çekilmiş bir kablo ya da gereksiz yere açık kalan bir modül, sonraki bir saatin kırılma anına dönüşebiliyor ve bunu hissetmek oyunun duygusal ağırlığını artırıyor. İnşa tarafında ise en çok zorlandığım nokta yerleşik yapıları taşıyamamak; hatalı bir konumlandırmanın bedeli yalnızca görsel bir rahatsızlık değil, akışkanlığın bozulması ve düzenin kırılması oluyor.

Geminin ağır başlı sürüş hissi ve denizdeki mesafelerin hakkını veren hız eğrisiyle birleşince, bahsettiğim yaşam kalitesi eksikliği her dönüşte gözüme batıyor; bu yüzden olası bir güncellemede taşıma ya da yeniden konumlandırma seçeneğinin eklenmesi oyunun temposuna çok yakışır. Erken safhalar güç üretimi ve görev akışının birleştiği noktalarda da yorucu olabiliyor; kısıtlı kaynaklarla bir iskelenin ya da istasyonun ayağa kaldırılması sırasında geceye kalmak zincirleme hatalara kapı aralıyor. Özellikle güvertede kümelenen küçük asalakların şafakla birlikte kendiliğinden yok oluşunu beklerken kapalı kapıların ardına saklanmak ya da ışığı doğru noktada tutmak gibi küçük davranış setleri, hayatta kalma ritmini öğretmenin en organik yolu.

Zorlanmayı seviyorum çünkü burada ceza, öğretinin bir parçası ve sonunda daha iyi bir sistem kurduğunuzda bunun karşılığını alıyorsunuz. Görsel ve işitsel tablo bu oyun dilini destekliyor; dikiş yerleri bilinçli bırakılmış endüstriyel yüzeyler, denizin mat ve gri tonları, arada bir kendini hissettiren rüzgâr uğultusu, sığınaklarda duyulan steril titreşimler, hepsi görevimin tekinsiz yüceliğini fısıldıyor. Üç saatlik bir oturumda bile “bir sonraki modülü de kurayım, sonra kapatırım” hissiyle oyalanırken, yıllardır iyi bir hayatta kalma oyununun bende bırakmasını beklediğim sessiz odaklanmayı yakaladım; bu odak, başarılan küçük işleri parlatan bir çerçeve sunuyor.

The Last Caretaker oyununu en doğru anlatan kelime dengedir; keşif ile hazırlık, güven ile kırılganlık, hız ile sabır, hepsi bir ileri bir geri hareket ediyor ve siz o aralıktaki ince çizgide yürümeyi öğrendikçe oyun açılıyor. Bazen ılık bir öğleden sonra güneş panellerinin açılarını düzeltiyorum, bazen de fırtınada güverteyi ışıkla donatıp aşağıdan tırmanmaya çalışanları geri püskürtüyorum; her iki durumda da his aynı, yalnız ama anlamlı bir iş yapmanın ağır ama tatmin edici yükü.

The Last Caretaker oyununu tavsiye etmemi sağlayan şey kararlılığı; kolay kaçışlar sunmuyor, yersiz romantizmle akıp gitmiyor, aksine her sistemin mantığını kavrattıkça omuzlarınızdaki görevin ağırlığını kabul etmeye çağırıyor. Sabırlı oyuncu için bu çağrı ödüllendirici çünkü kurduğunuz elektrik hattı yalnızca bir bar dolması değil, emek verdiğiniz bir düzenin symphonyası; eksikleri var, evet, ama doğru vadede doğru yamayla, kendisini tanımlayan o dingin-tekinsiz salınım daha da güçlenecek bir temel atmış durumda.

Etiketler: