Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2, oyun dünyasının en uzun süren bekleyişlerinden ve en sancılı geliştirme süreçlerinden birinin ardından nihayet karşımıza çıktı. Yirmi yılı aşkın bir süre önce Troika Games tarafından geliştirilen ve kült bir klasik haline gelen ilk oyunun ardından, bu devam oyununun omuzlarındaki yükün ne kadar ağır olduğunu tarif etmek güç. Yıllar boyunca stüdyo değişiklikleri, ertelemeler ve iptal edilme korkusuyla dolu haberleri takip ettik. Ben de oyunu en başından beri takip eden biri olarak, kendisini konsoluma yüklerken hissettiğim duygu sadece heyecan değildi; aynı zamanda büyük bir endişe taşıyordum açıkçası.

Acaba bu kadar badire atlatan bir yapım, biz World of Darkness hayranlarının yıllardır süren açlığını dindirebilecek miydi, yoksa tarihin tozlu sayfalarına bir hayal kırıklığı olarak mı gömülecekti? Bu sorunun cevabını bulmak için Seattle’ın karanlık sokaklarına adımımı PlayStation 5 Pro ile attım. Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 oyununun geliştirici koltuğunun Hardsuit Labs tarafından alınıp, The Chinese Room ekibine devredilmesi, hepimizde soru işaretleri oluşturmuştu; bu stüdyo daha çok yürüme simülasyonu diyebileceğimiz hikaye odaklı oyunlarla tanınıyordu. Ancak, oyuna başladığınız ilk anlarda, ekibin atmosfer yaratma konusundaki ustalığını hemen fark ediyorsunuz.

Seattle’ın karlı ve puslu kış geceleri, neon ışıklarının ıslak zemindeki yansımaları ve şehrin gotik mimarisi, sizi anında o karanlık evrenin içine çekiyor. Bir vampir hikayesi için gereken o melankolik ve tekinsiz havayı, görsel tasarım ve sanat yönetimiyle mükemmel bir şekilde yakalamışlar. Şehir sadece bir oyun alanı gibi değil, yaşayan ve nefes alan, daha doğrusu kanla beslenen tehlikeli bir organizma gibi hissettiriyor. Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2, bizi serinin ilk oyunundaki gibi çelimsiz bir yeni yetme vampir olarak başlatmıyor; bunun yerine Phyre adında, yüzyıllardır uyuyan ve hafızasını kaybetmiş kudretli bir Elder vampiri kontrol ediyoruz.

Bu tercih, oyunun dinamiklerini kökünden değiştirmiş; artık hayatta kalmaya çalışan korkak bir yaratık değil, uyandığı andan itibaren gücünü hissettiren bir avcıyız. Bu durum, rol yapma unsurlarını seven bazı oyuncular için karakterle özdeşleşme sorunu yaratabilir gibi dursa da, hikaye ilerledikçe Phyre’ın geçmişini keşfetmek ve onun o eski toprak tavırlarını modern dünyaya uyarlamaya çalışmak keyifli bir deneyime dönüşüyor. Karakterimizin gücünü hissetmek, özellikle de diyaloglarda diğer vampirlere tepeden bakabilme özgürlüğü, oyuncuya tatmin edici bir iktidar hissi veriyor. Zaman zaman çok aradığım güç fantezisi elinizin altında oluyor.

Oyunun en dikkat çekici ve tartışmasız en başarılı mekaniklerinden biri, kafamızın içindeki ses olan Fabien. Uyandığımız andan itibaren zihnimize hapsolmuş bu modern zaman dedektifi, hem rehberimiz hem de vicdanımız (veya vicdansızlığımız) olarak sürekli bizimle konuşuyor. Fabien, sadece bir anlatı aracı değil; aynı zamanda Phyre’ın antik bakış açısı ile 21. yüzyılın karmaşık teknolojisi ve sosyal yapısı arasındaki köprüyü kuran kişi. Onunla girdiğimiz diyaloglar, yaptığımız seçimlere verdiği tepkiler ve olaylara getirdiği o alaycı, dedektif yorumları, senaryoyu sıradan bir intikam hikayesi olmaktan kurtarıp, çok daha derinlikli bir psikolojik gerilime dönüştürüyor.

The Chinese Room ekibinin hikaye anlatımındaki başarısı, karakterlerin derinliğinde de kendini gösteriyor. Seattle’daki vampir sarayının entrikaları, klanlar arası güç savaşları ve her bir karakterin arkasındaki gizli ajandalar oldukça iyi yazılmış. Oyundaki yan karakterler, sadece size görev veren etkisiz varlıklar gibi durmuyor; her birinin kendi korkuları, hırsları ve zayıflıkları var. Özellikle politik manevraların döndüğü sahnelerde, Masquerade, yani vampirlerin varlığını insanlardan gizleme kuralının ne kadar hassas bir denge olduğunu hissediyorsunuz.

Seçimlerinizin bu karakterlerle olan ilişkilerinizi etkilemesi ve hikayenin gidişatına yön vermesi, rol yapma oyunlarının o sevilen “seçim ve sonuç” hissiyatını, her ne kadar ilk oyun kadar derin olmasa da, tatmin edici bir düzeyde sunuyor. Ancak madalyonun diğer yüzüne, yani oynanış kısmına geldiğimizde işler biraz karışıyor. Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2, safkan bir RYO deneyiminden ziyade aksiyon odaklı bir macera oyununa evrilmiş gibi hissettiriyor. İlk oyundaki o detaylı karakter kağıtları, karmaşık yetenek ağaçları ve istatistik hesapları burada çok daha basitleştirilmiş bir halde karşımıza çıkıyor. Bu da can sıkıyor biraz.

Bu durum, Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 oyununun daha geniş bir kitleye hitap etmesini sağlasa da, benim gibi karakterini en ince detayına kadar özelleştirmek isteyen eski toprak oyuncular için biraz yüzeysel kalabiliyor. Yeteneklerinizi geliştirmek ve yeni disiplinler öğrenmek hala mümkün ama bu süreç, matematiksel bir derinlikten ziyade daha çizgisel bir ilerleme hissiyatı veriyor. Dövüş sistemi ise oyunun en çok “vur-kaç” yaşadığı noktalardan biri olmuş. Bir Elder vampir olarak düşmanlarınızı telekinezi ile havaya kaldırıp fırlatmak, pençelerinizle parçalamak veya kanlarını emmek kesinlikle çok eğlenceli ve görsel olarak etkileyici.

Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 içerisinde vuruş hissi oldukça tok ve yaptığınız her hamlenin ağırlığını hissediyorsunuz. Ancak yapay zekanın zaman zaman sergilediği tutarsızlıklar ve düşmanların bazen anlamsızca beklemesi, bu aksiyonun akıcılığını baltalayabiliyor. Yine de bir odaya girip, vampir hızınızı ve gücünüzü kullanarak saniyeler içinde ortalığı kan gölüne çevirdiğiniz o anlarda, oyun size o “durdurulamaz güç” fantezisini yaşatmayı başarıyor. Oyunun gizlilik mekanikleri ise aksiyon kadar ön planda olmasa da belirli görevlerde hayati önem taşıyor.

Gölgelerde saklanmak, düşmanların dikkatini dağıtmak veya onları sessizce avlamak mümkün ama oyunun bölüm tasarımları bazen sizi doğrudan çatışmaya girmeye zorluyor gibi hissettiriyor. Bu noktada Immersive Sim türü oyunlarda gördüğümüz o “bir sorunu çözmenin on farklı yolu vardır” mantığını burada tam anlamıyla bulamıyoruz. Bazı bölümlerde havalandırma boşluklarını kullanmak veya bilgisayarları hacklemek gibi alternatif yollar sunulsa da, oyunun genel yapısı sizi genellikle kaba kuvvet kullanmaya veya belli bir rotayı izlemeye teşvik ediyor.

Seattle’da gezinmek, özellikle parkur mekanikleriyle birleştiğinde oldukça keyifli bir hal alıyor. Bir vampir olarak binaların tepelerine sıçramak, çatılardan çatılara süzülmek ve şehri yukarıdan izlemek harika bir özgürlük hissi veriyor. Şehrin dikey tasarımı, bu hareket kabiliyetlerini destekleyecek şekilde kurgulanmış. Ancak tırmanma ve atlama animasyonlarında zaman zaman yaşanan takılmalar ve karakterin yüzeylere tutunmakta zorlandığı anlar, bu akıcılığı sekteye uğratabiliyor. Yine de karlı bir Seattle gecesinde, şehrin ışıkları altınızda akıp giderken bir avcı gibi süzülmek, Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 oyununun en huzurlu ve atmosferik anlarını oluşturuyor.

Teknik açıdan bakıldığında, oyunun cilalanmamış bir elmas olduğunu söylemek zorundayım. Unreal Engine 5 motorunun gücüyle görsel olarak şahane manzaralar sunulsa da performans sorunları, kaplamaların geç yüklenmesi ve zaman zaman yaşanan çökmeler deneyimi zedeleyebiliyor. Özellikle yoğun aksiyon sahnelerinde kare hızındaki düşüşler, modern bir oyun bilgisayarında ve son model konsollarda bile can sıkıcı olabiliyor. Bu tür teknik hatalar, oyunun sancılı geliştirme sürecinin birer yara izi gibi duruyor. Güncellemelerle düzeltilebilecek şeyler olsa da ilk haftalarda bu kadar hatayla karşılaşmak, oyunun potansiyeline gölge düşürüyor.

Müzikler ve ses tasarımı konusunda ise The Chinese Room yine ustalığını konuşturmuş. Rik Schaffer’ın ilk oyundaki o ikonik müzikal tarzını devam ettiren, hem modern hem de nostaljik tınılar içeren besteler, Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 içerisindeki atmosferi tamamlayan en önemli unsur. Bir gece kulübüne girdiğinizde çalan endüstriyel gotik müzikler veya sokaklarda gezerken duyduğunuz o tekinsiz ambiyans sesleri, World of Darkness evreninin ruhunu birebir yansıtıyor ve evrenin sevenlerini evinde gibi hissettirmeyi başarıyor efendim.

Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 içerisindeki seslendirme sanatçıları da, özellikle Phyre ve Fabien başta olmak üzere, karakterlere hayat verme konusunda muazzam bir iş çıkarmışlar; diyaloglardaki duygu değişimleri ve tonlamalar oldukça başarılı. Bir diğer yandan klan çeşitliliği, oyuna tekrar başlama isteğini artıran önemli bir faktör. Brujah, Tremere, Banu Haqim veya Ventrue gibi farklı klanları seçmek, sadece kullanacağınız yetenekleri değil, aynı zamanda bazı diyalog seçeneklerini ve diğer karakterlerin size yaklaşımını da değiştiriyor.

Bir Brujah olarak sorunları kaba kuvvetle çözmeye meyilliyken, bir Ventrue olarak insanları manipüle ederek hedefinize ulaşmak çok daha tatmin edici olabiliyor. Her ne kadar Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 içerisindeki bu hikayenin ana iskeleti aynı kalsa da, bu klan farklılıkları oyuncuya kendi oyun tarzını yansıtma konusunda güzel bir alan açıyor ve rol yapma hissiyatını güçlendiriyor. Hikayenin temposu ise oyunun ortalarına doğru biraz düşse de, final bölümüne yaklaştıkça artan gerilim ve ortaya çıkan sırlar sizi ekran başına kilitliyor.

Senaryo, özgürlük ve güvenlik arasındaki o ebedi çatışmayı, vampir toplumunun kuralları üzerinden sorgulatıyor. Bir Elder olarak eski düzeni mi koruyacaksınız, yoksa Seattle’daki bu kaotik değişimin bir parçası mı olacaksınız? Bu ahlaki ikilemler, Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 yapıtının sadece bir aksiyon oyunu olmadığını, altında felsefi bir taban da barındırdığını gösteriyor. Ancak finalin sunumu ve bazı hikaye örgülerinin bağlanma şekli, aceleye getirilmiş hissi uyandırabiliyor ve bunun güncellemelerle düzeltilebileceğini de hiç sanmıyorum ne yazık ki.

Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 ile sunulan deneyimi ilk oyunla kıyaslamak belki haksızlık olabilir; o oyun zamanının çok ötesinde bir vizyona sahipti ama teknik olarak felaketti. Bu yeni oyun ise teknik olarak daha modern ama vizyon olarak daha güvenli sularda yüzüyor. İlk oyunun o kült statüsüne ulaşmasını sağlayan o garip, karanlık mizah ve sınırsız özgürlük hissi burada biraz törpülenmiş. Bu da ağızlarda pek iyi bir tat bırakmıyor ne yazık ki.

Yine de bu, Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 yapıtının kötü olduğu anlamına gelmiyor; sadece farklı bir yorum. Eski oyunun hayranları bazı değişikliklerden hoşlanmayabilir ama objektif bir gözle bakıldığında, ortada büyük emek harcanmış ve evrene saygı duyan bir yapım var. Sonuç olarak Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2, kusursuz bir oyun değil ama kesinlikle ruhu olan bir oyun. Sadece zaman zaman bunu göstermekte biraz zorlanıyor.

Piyasada birbirinin kopyası olan açık dünya oyunlarının aksine, Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 yapıtının size sunduğu atmosfer, karakter derinliği ve o karanlık vampir fantezisi ile kendini ayırmayı başarıyor. Teknik hataları, bazen hantal kalan dövüş sistemi ve rol yapma oyunu öğelerindeki sadeleştirmeler eleştirilebilir; ancak bu oyunun size yaşattığı o gecenin hakimi olma hissini veren başka bir modern yapım bulmak çok zor. Geliştirici ekip, tüm zorluklara rağmen batmakta olan bir gemiyi limana yanaştırmayı başarmış.

Eğer ki World of Darkness evrenine aşinaysanız veya hikaye odaklı, atmosferik aksiyon oyunlarını seviyorsanız, bu oyuna kesinlikle bir şans verebilirsiniz indirim döneminde. Belki beklediğimiz o mükemmel şaheser değil ama kesinlikle dişlerinizi geçirmeye değer, lezzetli ve kanlı bir macera. Hatalarına rağmen, Seattle’ın karlı sokaklarında bir vampir olarak dolaşmak, Fabien ile atışmak ve klan savaşlarının ortasında kalmak, bu yılın en akılda kalıcı oyun deneyimlerinden biriydi benim için. Beklediğimize değdi mi? Tamamen değil belki ama kesinlikle pişman etmedi.

Vampire: The Masquerade – Bloodlines 2 incelemesi
Vampire: The Masquerade - Bloodlines 2
Olumlu
Şehirde dikey olarak gezinmenin ve parkur mekaniklerinin (hatalarına rağmen) verdiği özgürlük hissi.
Farklı vampir klanlarını seçmenin diyaloglara ve NPC yaklaşımlarına etki ederek tekrar oynanabilirliği artırması.
Phyre karakteriyle "Elder" bir vampir olmanın getirdiği kudreti ve üstünlüğü tatmin edici şekilde hissettirmesi.
Kafamızdaki ses olan Fabien ile kurulan dinamik ilişki, mizahi ve derinlikli diyalog yazımı.
Rik Schaffer'ın serinin ruhuna sadık kalan müzikleri ve karakterlere hayat veren üst düzey seslendirme performansları.
The Chinese Room imzalı, Seattle'ın karlı, neon ışıklı ve gotik havasını mükemmel yansıtan sanat yönetimi.
Olumsuz
Orijinal oyundaki derin karakter kağıtlarının ve istatistik hesaplarının yerini çok daha basitleştirilmiş, aksiyon odaklı bir yapıya bırakması.
Düşmanların çatışma sırasında tutarsız davranması ve bazen tepkisiz kalması.
Immersive Sim türünden beklenen "bir sorunu çözmenin on farklı yolu" mantığının zayıf olması ve oyunun sık sık çatışmaya zorlaması.
Hikayenin son düzlüğünde temponun ve olay örgüsünün biraz oldubittiye getirilmiş hissi uyandırması.
Optimizasyon sorunları, kaplama yüklenme gecikmeleri, animasyonlardaki takılmalar ve zaman zaman yaşanan çökmeler.
6