Prince of Persia serisi son yıllarda oldukça karmaşık bir süreçten geçti. 2010 yılındaki Prince of Persia: The Forgotten Sands oyunundan sonra seriye dair ancak mobil oyunlar ve bir türlü tamamlanamayan yeniden yapım projeleriyle karşılaştık. Bu, 2024 yılında çıkan ve eleştirmenlerden tam not alan Prince Of Persia The Lost Crown ile değişti. Ancak bu oyun ne yazık ki ticari başarı sağlayamadı ve geliştirici ekibi de dağıldı. Tüm bu karmaşanın ardından, The Rogue Prince of Persia sessizce erken erişime girdi. Bir buçuk yıl sonra ise tam sürüm olarak piyasaya sürüldü.
The Rogue Prince of Persia, sadece sahip olduğu markanın değil, aynı zamanda roguelike türünün de geleceği adına büyük bir sınav niteliğindeydi. Daha önce hiçbir orijinal oyun çıkarmamış olan Evil Empire stüdyosu tarafından geliştirilen bu oyun, ilk bakışta bir risk gibi görünse de, beş yıl boyunca destek verdikleri Dead Cells oyununun genetik mirasını ustaca taşıyor. Daha da önemlisi, bu oyunu sadece “Dead Cells ama Ortadoğu temalı” bir tekrar olmaktan kurtaran özgün fikirlerle bezeli.
The Rogue Prince of Persia; oynanış, atmosfer, sanat tasarımı ve müzik gibi birçok öğede kusursuz bir uyum yakalayarak hem serisinin ruhuna sadık kalıyor, hem de tür içinde kendine has bir yer edinmeyi başarıyor. Oyun, Pers Prensi’nin gözlerini memleketi Ktesifon’un Hunlar tarafından istila edildiği bir dönemde açmasıyla başlıyor. Hun lideri Nogai, karanlık büyüyle şehri ele geçirmiş. Prens ise büyülü bir bola sayesinde her öldüğünde son uyuduğu yerden yeniden doğuyor ve şehri kurtarmak adına defalarca kez aynı döngüye giriyor.
Bu yapısıyla oyun, zamanla oynama temasını yalnızca anlatısal değil, mekanik olarak da merkezine alıyor. Serinin zamanı bükme geleneği, roguelike formülüyle buluştuğunda şaşırtıcı derecede doğal bir birleşim ortaya çıkıyor. Oynanış açısından ise en büyük sürpriz, sadece hızlı dövüşlerle değil, gelişmiş platform unsurlarıyla da bezeli olması. Sıradan bir kaçınma hareketinin yanı sıra duvarlarda koşma, sıçrama, zıplama gibi hareketler sayesinde oyuncuya adeta akrobatik bir dans sunuluyor.

Bazı bölümler o kadar yoğun platform unsurları barındırıyor ki kendinizi bir aksiyon oyunundan çok hızla akan bir bulmaca platform oyununda gibi hissediyorsunuz. İlk etapta bu hareketlerin kontrolü biraz zaman istiyor ama bir kez alışınca, düşmanların arasından zarifçe süzülmek, dikenli tuzaklardan uçarcasına kaçmak son derece tatmin edici bir hale geliyor. Dahası, bu platform mekanikleri dövüş sisteminin temel bir parçası. Düşmanları çevresel unsurları kullanarak alt etmek, duvardan koşup havada dönüşle saldırmak ya da yalnızca zamanlamaya dayalı tekme atmak…
Her hamle bir ritmin parçası gibi hissettiriyor. Hatta oyundaki Vayu’nun Nefesi sistemiyle, oyuncu ritmik olarak doğru zamanlamayla hareket ettikçe bir momentum barı doluyor ve bu bar tamamlandığında Prens bir fırtına gibi sahnede koşmaya başlıyor. Bu sistem, dövüşü yalnızca etkili değil, aynı zamanda görsel ve işitsel bir şölene dönüştürüyor. Düşman çeşitliliği de şaşırtıcı derecede yüksek. Oyunun saatler ilerledikçe yeni düşman türleriyle sizi şaşırtması, yapının tekrara düşmesini önlüyor. Silah sistemiyse hem tanıdık hem özgün.
Oyuncular, her yeni denemede farklı silahlar bulabiliyor ve her biri farklı temel saldırı, özel saldırı ve kritik vuruş mekaniklerine sahip. Silahların yanında bir de araç denilen, enerji biriktikçe kullanılabilen özel saldırı silahları var. Ancak bu araçların sınırlı kullanım yapısı, genelde oyuncunun yapı planında çok belirleyici olmuyor. Buna karşın, madalyonlar, yapı kurma anlamında oyunun bel kemiğini oluşturuyor. Pasif bonuslar sağlayan bu objeler, doğru silahlarla eşleştirildiğinde The Rogue Prince of Persia oyununun temposunu dramatik biçimde değiştirebiliyor.
Kritik hasarı iki katına çıkaran bir madalyon ile hız artışı sağlayan başka bir madalyon birleştiğinde, Prens adeta bıçaklardan oluşan bir kasırgaya dönüşüyor. Özellikle final bölüm sonu canavarı karşısındaki ilk zaferimde bu yapı sayesinde başarı sağladım. Meta ilerleme tarafında da oyun oldukça dengeli. Bir yandan beceri ağaçlarında deneyim puanı toplayarak kalıcı bonuslar açabiliyor, diğer yandan topladığınız para ile yeni silahlar ve madalyonlar edinebiliyorsunuz.

Hades serisinden aşina olunan ekstra can gibi avantajlar bu sistemin bir parçası ama isterseniz bu özellikleri kapatarak oyunu tam roguelike formatında da deneyimleyebiliyorsunuz. Bu esneklik, oyunu hem yeni başlayanlara hem türe hakim oyunculara uygun hale getiriyor. Görsel stil olarak ise oyun sade ama çarpıcı bir hücre gölgeleme tekniğiyle sunuluyor. Çizgi roman havası veren tasarım, hem okunaklı hem de özgün. Her yeni ortam farklı bir tema, renk paleti ve tasarım sunuyor: yer altı su kemerleri, tentaküllerle kuşatılmış limanlar, dev bir saat mekanizmasını andıran akademiler…
Evet, bir ortam içinde belirli düzenlerin tekrar ettiğini fark ediyorsunuz ama genel anlamda görsel çeşitlilik oldukça tatmin edici. Müzik ise Asadi’nin bestelediği soundtrack, klasik Fars enstrümanlarını elektronik altyapıyla birleştirerek oyuna sadece atmosfer değil, ruh katıyor. Her bölgeye özel ritmik altyapılar, dövüşle senkronize biçimde ilerliyor. Bu da, The Rogue Prince of Persia oyununun savaş ve hareket sistemindeki ritmik doğayı daha da güçlendiriyor. Oyunu oynamadığım zamanlarda bile müziklerini dinlediğimi itiraf etmeliyim.
Küçük bir eleştiri getirecek olursak, The Rogue Prince of Persia oyununun hikâyesi açıkçası çok güçlü bir etki yaratamıyor. Diyaloglar canlı, karakterler renkli olsa da, seslendirme eksikliği ve bazı duygusal anların hızla geçilmesi, anlatının derinleşmesini engelliyor. Yine de her koşuda yeni detayların açılması, anlatının kademeli bir şekilde ilerlemesini sağlıyor. Tüm bunların ötesinde oyun, oyuncunun zamanına saygı gösteren nadir roguelike yapımlardan biri.
İlk final bölüm sonu canavarı zaferimi yalnızca dokuz saatlik bir oyun sonunda elde ettim. Elbette sonrasında yapılacak daha çok şey var, ancak bu tempo, oyun dünyasında giderek artan “bitmek bilmeyen içerik” trendine karşı ferahlatıcı bir alternatif sunuyor. Sonuç olarak, The Rogue Prince of Persia, hem kendi serisinin yeni bir başlangıcı hem de roguelike türünün en başarılı örneklerinden biri. Evil Empire, Dead Cells oyununun mirasını alıp onu ustalıkla yorumlayarak, akıcı platform unsurlarıyla bezeli, ritmik ve görsel olarak çarpıcı bir deneyim ortaya koyuyor.