The Drifter, klasik point-and-click (tıkla ve ilerle) tarzında macera oyunlarına alışılmış kalıpların ötesinde bir hız ve gerilim ekleyerek türü neredeyse yeniden tanımlıyor. Powerhoof imzası taşıyan bu retro stildeki gerilim oyunu, başından sonuna kadar tempoyu düşürmeyen anlatımı, sürükleyici bulmacaları ve şaşırtıcı derecede olgun hikâyesiyle öne çıkıyor. Hikâyeye hizmet eden ölüm-dönüş mekaniği zaman zaman sıkıntılı anlara yol açsa da, genel olarak The Drifter, bağımsız oyunlar arasında yılın en özgün işlerinden biri olarak hemen parlıyor.
Oyunda kontrol ettiğimiz karakterin adı Mick Carter; yıllardır evsiz şekilde oradan oraya sürüklenen, hayatı pek yolunda gitmeyen orta yaşlı bir adam. 2000’lerin başında kardeşi Annie’nin “annemiz öldü, cenazeye gel” çağrısıyla doğup, büyüdüğü kasabaya dönen Mick, bir tren yolculuğu sonrası kendini bir cinayete tanıklık ederken bulur. Siyah giyimli, gözlükleri parlayan ışıkla kaplı gizemli adamların işlediği cinayet, olayların fitilini ateşler. Mick esir alınır, suya batırılır ve boğularak ölür…
Ancak bu ölüm son değildir. Mick’in bilinci bir anda beyaz ışıkla sarılır ve sonra, mucizevi şekilde, ölümünden birkaç dakika öncesine geri döner. Bu kez daha bilgili şekilde kurtulmayı başarır. Oyunun merkezi de işte bu “ölüp-dirilme” döngüsüne dayanıyor. Mick’in bu doğaüstü yeteneği, onu hem daha derin bir komplonun içine çeker hem de oyuncuya çözülmesi gereken birçok sır sunar.
The Drifter daha ilk dakikasından itibaren hız kesmeden ilerliyor. Sekiz saatlik oyun süresi boyunca tempo düşmüyor. Oyun; klasik fare tıklamalarıyla, klavye tuşlarıyla ya da gamepad desteğiyle oynanabiliyor. Arayüz ise son derece sade: Fare imleciyle bir objenin üzerine geldiğinizde açıklama metinleri beliriyor, etkileşime girilebilecek öğelerde imleç şekil değiştiriyor. Basit ama etkili bir sistem. Bu sayede oyunu saniyeler içinde kavrayabiliyorsunuz.

Ekranın üst kısmında, Mick’in topladığı eşyaların ve diyaloglardan elde ettiği bilgilerin bulunduğu bir envanter yer alıyor. Öğrendiğiniz her bilgi bir “not” olarak saklanıyor ve bu notları farklı karakterlerle yaptığınız konuşmalarda kullanabiliyorsunuz. Her karakter her bilgiye tepki vermiyor; konuşulamayacak seçenekler gri renkte görünerek oyuncuya rehberlik ediyor. Bu sistem, hikâyenin doğal akışıyla bütünleşmiş ve bilgi edinme sürecine katmanlılık kazandırıyor.
The Drifter, gereksiz bilgi kalabalığından kaçınmak için diyalog seçeneklerini dinamik olarak düzenliyor. Artık ihtiyaç duymadığınız bilgiler ya da kullanılmayan eşyalar envanterden otomatik olarak siliniyor. Bu sayede, “şimdi hangisini kullanmalıyım?” karmaşası ortadan kalkıyor. Her şey gerektiği kadar sade, ama gerektiği kadar da detaylı.
Bulmacalar açısından oyun oldukça tutarlı bir deneyim sunuyor. Çoğu çözüm, çevreye dikkatle bakıldığında ya da mantıklı çıkarımlarla ulaşılabilecek türden. Elbette zaman zaman “deneme-yanılma” yoluyla çözülmesi gereken bulmacalar çıkabiliyor. Ne yazık ki oyunda bir ipucu sistemi yok. Bu da özellikle zamana karşı oynanan ölüm bulmacalarında oyuncuya stres yaratabiliyor.
Mick’in ölüp, dirilme mekaniği, oyunun oynanışına dramatik bir gerilim katıyor. Her başarısızlık, karakteri sadece birkaç dakika öncesine geri gönderiyor. Bu, oyuncuya tekrar tekrar deneme şansı verse de, bu anlarda zaman sınırlı olduğu için bulmacaları anlamak bazen deneme-yanılma cehennemine dönüşebiliyor. Daha fazla çevresel ipucu, bu anları daha akıcı hale getirebilirmiş.

The Drifter oyununun temposu ve atmosferi, her şeye rağmen, bahsettiğim o eksikleri büyük ölçüde unutturuyor. Oyuncuya sürekli “ilerle, hemen şimdi bir şey olacak” hissi veriliyor. Bir bulmacada molotof kokteyli hazırlarken siper almak gerekebiliyor, bir diğerinde mezarlıkla ilgili bilgi edinmek için gizlice bir binaya sızmanız isteniyor. Oyun, şiddetten kaçınmıyor ama görsel dozajı asla absürtlüğe kaçmıyor. Piksel grafiklerle dahi dehşet etkileyici sunulabiliyor.
The Drifter oyununun piksel sanatı, sadece nostaljik değil, aynı zamanda nefes kesici güzellikte. Oyunun görselleri durağan ekran görüntülerinde bile dikkat çekici ama asıl büyüsünü hareketli sahnelerde gösteriyor. Işık-gölge geçişleri, arka plandaki detaylar, sokak lambaları altındaki evsizlerin siluetleriyle yaratılan atmosfer olağanüstü. Mekân geçişlerinde kullanılan harita sistemi de klasik macera oyunlarını hatırlatıyor. Oyun, gözlere hitap ediyor.
Animasyonlar da bu sanat tarzına ayrı bir değer katıyor. Karakterlerin gözlerinin büyümesi, omuz silkmesi ya da öfkeyle eğilmeleri gibi jestler, sınırlı piksel sayısıyla bu kadar güçlü anlatılabilir mi dedirtiyor. Bir sahnede Mick’in boğulma anı, yakın plan ve titreşimli efektlerle o kadar etkileyici sunulmuş ki, oyuncu olarak nefesiniz kesiliyor. Bu detaylar, oyunun sinematik gücünü artırıyor.
Seslendirme kadrosu da bu kalitenin gerisinde kalmıyor. Mick’in eski eşi Sarah, sesiyle hikâyeye gerçekçilik katarken, şüpheli karakterlerin tuhaf konuşma tarzları oyuncuda sürekli bir huzursuzluk yaratıyor. Ancak hepsinin ötesinde Adrian Vaughan’ın Mick Carter performansı başlı başına bir oyunculuk dersi. Anlatıcı olarak da görev alan Mick, hem diyalogları hem de düşüncelerini seslendirerek oyuncuyu içine çekiyor efendim.

The Drifter oyununun hikâyesi, sadece gerilim değil, aynı zamanda kayıp, suçluluk, geçmişle yüzleşme gibi ağır temaları da taşıyor. Bir yandan büyük komplolar çözülürken, diğer yandan karakterlerin içsel kırılmaları ortaya çıkıyor. Aile bağları, terk edilmişlik ve yüzleşmeler ustalıkla işleniyor. Oyunun sürprizlerle dolu hikâyesini burada anlatmak haksızlık olur, ancak finalin tüm düğümleri ustalıkla çözdüğünü söylemek yeterli.
Oyunun hızına eşlik eden elektronik müzikler ise adeta bir aksiyon filminden fırlamış gibi. Sentetik sesler, olaylara ritim katarken aynı zamanda atmosfer yaratıyor. Zaman zaman kabusa dönüşen bölümlerle birlikte müzik de garipleşiyor ve hikâyeye eşlik eden bu sesler, The Drifter yapıtının tonunu tamamlıyor. Her silah sesi ya da her patlama , ses tasarımı sayesinde daha da vurucu.
The Drifter, nostaljiyle beslenip modern anlatım teknikleriyle zenginleşmiş bir oyun. Klasik macera oynanışı, karakter odaklı hikâyesi, etkileyici piksel sanatı ve seslendirme performanslarıyla birleşerek unutulmaz bir deneyim sunuyor. Bazı zorlu bölümlerde ipucu eksikliği hissedilse de, bu eksik, genel kalitenin yanında küçük bir detay olarak kalıyor. Türün meraklıları için şahane bir yapım.
Kısacası bu video oyunu, “pulp” bilim kurgu ile noir gerilimini birleştirip türler arası bir başarı hikâyesi yazıyor. Hikâyesiyle düşündüren, sunumuyla hayran bırakan ve oynanışıyla sürükleyen bir oyun arayanlar için, Mick Carter’ın bu ölümcül ama bir o kadar da insani yolculuğu, kesinlikle deneyimlenmeye değer. Bu yüzden, bu oyunu rahatlıkla sizlere önerebilirim.