Yılın viking temalı oyunu olur mu bilemem ama kısa süreli ve keyifli birkaç saat geçirmek isteyenler için birebir sayılabilecek bir oyun Sons of Valhalla. Nitekim birkaç saat sonra aynı şeyleri yapmaktan sıkılıyorsunuz. Sağdan sola kayan bir harita sistemi ve aksiyon strateji türlerini bir araya getiren oyun, piksel art grafikleriyle de oldukça güzel bir ilk izlenim bırakıyor. İsminden de anlaşılabileceği gibi İskandinav mitolojisinden de esintiler barındırıyor.
Rogue-lite öğeleri de barındıran Sons of Valhalla, geliştirildiği türe yeni bir şeyler katmayı deniyor. Thorald Olavson isimli ana karakterimiz ile Asgard’da Odin’in huzurunda gözlerimizi açarak başlıyoruz oyuna. Bu sırada öğreniyoruz ki daha oyuna bile başlamadan ölmüşüz ancak Odin henüz zamanımızın gelmediğini ve Valhalla’ya geçemeyeceğimizi söylüyor çünkü Thorald’ın eşi olan Raya’nın hala ona ihtiyacı olduğunu ve onu kurtarmamız gerektiğini öğreniyoruz. Böylece maceramıza Bifrost olarak bildiğimiz portaldan geçerek, tekrar başlıyoruz.
Her şeyden önce eğitim bölümünü doğrudan Asgard’da uyandığımız kısımda, bizzat Odin’in kendisinden eğitim alarak tamamlıyoruz. Bifrost’tan geçerek dünyaya geri döndüğümüzde ise bize akıl hocalığı yapan, oyun boyunca da bize zaman zaman ipuçları verecek olan bir dede bizi karşılıyor. Burada da birden okyanusa salıvermiyor bizi Sons of Valhalla. Asgard’da aldığımız dövüş eğitiminin üzerine, burada da strateji eğitimi alıyoruz.
Birliklerimizi nasıl ilerletip, yöneteceğimizden tut, kamplarımızı nasıl geliştireceğimize kadar oyunla ilgili tüm mekanikleri hızlı bir şekilde öğreniyoruz burada. Zaten sonradan, hikayede ilerledikçe de pek de yenilik sunmuyor bize Sons of Valhalla. Tüm eğitimleri başarıyla tamamladıktan sonra artık sıra Raya’yı kurtarma çalışmalarına geliyor. Thorald olarak ilk iş kampımızın düzenli bir kaynak akışını sağlmamamız gerekiyor. Özellikle bu kaynaklar oyun boyunca gelişimimizi sağlayabileceğimiz tek kaynaklar ve çok çabuk tükenebiliyorlar.
Kendi üretebildiğimiz ve düşmanlardan edinebileceğimiz kaynaklar olarak iki farklı kaynak tipi bulunuyor oyunda. Bu kaynaklar arasından balık ve odun kısmını kendi kampımıza kurduğumuz kulübeler sayesinde karşılayabiliyoruz. Bu kulübeler belirli aralıklarla üretim yaparak bize bir kaynak akışı sağlıyor. Başlarda pek büyük katkı sağlamasa da başlangıç için ufak adımlar atmamıza yardımcı oluyor. Düşmanlardan aslında tüm kaynakları elde edebiliyoruz ancak düşmanlardan elde etmek zorunda olduğumuz gümüş ve altın kaynakları biraz daha öne çıkıyor bu alanda.
Tüm bu kaynakları kullanarak, ilk savaşçılarımızı ve okçularımızı yetiştirdikten sonra uzun soluklu maceramız başlıyor. Uzun soluklu diyorum çünkü hikaye modunda her bir haritayı baştan sonra oynayıp bitirmek yaklaşık olarak bir iki saat civarı bir süre alıyor. Ana hikaye kapsamında toplamda altı farklı bölüm barındırdığını da göz önünde bulundurursak, Sons of Valhalla, tek oturuşta bitebilecek bir yapıya sahip. Üstelik ana hikayenin yanı sıra, daha fazla oynamak isteyenler için, iki oyun modu daha mevcut.
Bunlardan birisi ana hikayeyle eşzamanlı şekilde ilerleyen ve olayları bir de Raya’nın tarafından gördüğümüz Raya’nın Kaçışı modunda gizlilik öğelerinin daha baskın olduğu bir oynanış görüyoruz. Ana hikayeyi tamamladıktan sonra olayların bir de öbür yüzünü görebilme imkanı sunulması hoş bir dokunuş olmuş. Oyunda bulunan bir diğer mod ise Akın modu. Bu mod ise aslında hikaye modundaki oynanışı bire bir koruyor. Tek fark ise bu modun bir sonunun olmaması. Arka arka gelen sonsuz sayıda düşmana karşı dayanabildiğimiz kadar dayanmaya çalıştığımız bir mod olarak öne çıkıyor.
Bu şekilde çeşitli oyun modları içermesiyle birlikte keyifli saatler sunsa da Sons of Valhalla kendisini çok hızlı tekrar etmeye başlıyor. Özellikle ana hikaye modu özelinde baktığımız zaman, oyunun ilk bir saatinde yaptığımız şeyleri aynı şekilde oyunun geri kalanında da neredeyse hiçbir fark olmadan yapmaya devam ediyoruz. Oyunun temel düzeni, üssünü geliştir, asker eğit haritanın sonuna kadar önüne çıkan kampları ele geçir ve haritanın sonundaki ana düşmanı alt et döngüsü üzerine kurulu.
Başlarda oldukça keyifli birkaç saat geçirmemize olanak sağlasa da birkaç bölüm sonra tekdüze bir formata dönüşüveriyor. Bölümler arasındaki değişiklik ise neredeyse minimum seviyede sayılır. Her bölümün başında yeni birimlerin kullanımımıza sunuluyor ve düşman kamplarının bazılarına yeni birkaç düşman tipi ekleniyor. Thorald karakteri ise pek de özenli bir şekilde işlenmiş bir karakter olmadığından dolayı, pek de özel hissettirmiyor.
Thorald olarak aslında tek olağan dışı özelliğimiz, Odin tarafından verilen bir kemere sahip olmamız. Oyun içerisinde bazı sandıklardan, sunaklardan veya düşmanlardan elde edebildiğimiz rünleri de bu kemere yerleştirebiliyoruz. Tabii ki de bu rünler sadece birer parlak mücevher veya kozmetik birer eklenti değiller. Her bir rün bize ve aynı zamanda yönetim gücünü elimizde barındırıyor olduğumuz birlikler için çeşitli güçler sağlıyor.
Kale ve kamplarımız için de birkaç destek özelliği sağlıyor olsa da bu rünlerin ana kullanım amacı karakter yeteneklerimizi güçlendirmek. Çoğu oyunda gördüğümüz renklere göre sınıflandırma ve nadirlik düzeylerini belirleme sistemi bu oyunda da karşımıza çıkıyor. Beyaz renkli olan temel rünler en düşük seviye güçlendirmeleri sağlarken; turuncu renkli efsanevi rünler ise oyunda edinebileceğimiz en büyük yetenek veya güçleri bize sağlıyor.
Odin bu kemeri karakterimize verirken bir de ufak bilgilendirme yapıyor ki oyunun Rogue-lite namına barındırdığı özelliği vurgulayan bir bilgilendirme oluyor bu. Eğer herhangi bir şekilde Thorald savaşırken ölür de kendisini tekrar Asgard’da bulursa, dünyaya geri dönebilmek için topladığımız bu rünlerden birisini Odin’e kurban etmesi gerekiyor. Bu yüzden bu rünleri seçme ve sıralama şekliniz de az da olsa önem arz ediyor.
Oyuna alışana ve karakteriniz için birkaç geliştirmeyi açana kadar birkaç kez Thorald ile ölebiliyorsunuz ama bir iki haritayı tamamlayıp da gerekli olan ufak tefek geliştirmeleri aldıktan sonra pek de ölümle burun buruna gelmiyorsunuz. Üstelik oyunda bir yerden sonra sadece kampın içerisinde bekleyip birimleri savaşa göndererek haritaları temizleyebiliyorsunuz. Bu da oyunun keyifli olması için gereken tüm öğeleri tek bir seferde ve aşırı hızlı bir şekilde harcıyor.
Aksiyon strateji ve üs kurma öğelerinden sadece üs kurma kısmı kalınca da Sons of Valhalla oyuncular için can sıkıcı bir tecrübeye dönüşmekten kaçınamıyor. Son haritaya kadar da sürekli Super Mario’culuk oynaydığımız için de her geçen bölümle birlikte oynama hevesimiz de biraz kursağımızda kalabiliyor. Son haritanın ise aslında çok bir farkı bulunmuyor. Sadece en son savaştığımız oyun sonu düşmanı biraz ters köşe yapabiliyor ve ilginç bir dövüşe şahitlik edebiliyoruz.
Yine de altı uzun harita boyunca, oyunun geneline kıyasla ufak bir sekans için çabalamak çok da akıl karı bir tercih gibi durmuyor maalesef. Üstelik uzun uzun haritalar boyunca sürekli aynı şeyleri yapıp en son haritanın baş düşmanıyla yapılan savaşlar da pek bir sıkıcı tasarlanmış. İki veya üç hareket dışında pek bir manevra kabiliyeti bulunmayan bu düşmanlarla olan savaşlarımız, düşmanımız yeterince sıkıcı değillermiş gibi bir de gereksiz uzun sürmeleriyle sabır taşırıyorlar.
Oyun dünyasının belki de en çok rağbet gören temalarından olan İskandinav mitolojisi birazcık harcanmış gibi görünüyor. Nitekim Sons of Valhalla isminin hakkını pek de veremiyor. İki üç mitolojik figürü oyunun başında gösterip, sonra da oyunun sonuna kadar belki de hiç görmüyor oluşumuz oyunun kendisiyle çeliştiğinin en büyük göstergesi. Yine de türe ilginiz varsa keyifli bir şekilde oynayabileceğiniz, deneysel oyunlardan birisi olarak karşımıza çıkıyor kendisi.